Doğa ile uyumlu yaşam, çevre duyarlılığı, özellikle genç kuşakları etkisi altına alıyor, dünya üzerinde yaygınlaşıyor. Aslında, doğaya yabancılaşmaktan, ekonomiye yönlendirilmiş bir yaşam kurgusundan ve toplumsal özelleştirmeden üreyen bir karşı akım da sayılabilir.
Aynı zamanda endüstri ile nüfus yoğunluğu olgularının beraberinde getirdiği olumsuzluklara ve hayal kırıklıklarına karşı bir cevap. Doğal, öğesel ve özünlü bu şuur yaratıcılıktan uzak bir memnuniyetsizlikten kaynaklanır. Esasen insancıl olan değerlerin arka plana itildiği fark edilmiştir; insan sürekli iktisadi ve politik bir faktör muamelesi görmekte, pazarlanmakta ve suiistimal edilmektedir.
Eleştiriler öncelikle artan çevre yıkımına, (çevre vandalizmi demek daha doğru olur) ve doğal kaynakların sömürülmesine yönlenmektedir. Bu yanılgı, bilgi kuramınca tanımlandığında, sorunun temelde yaşamın, varolmanın korunması ve yok edilmesi olduğu sonucuna gelinmektedir. Bireyin ve insanlığın varolması bugün tehlikededir; bu en trajik açıklığı ile bugün erozyon ve orman ölümleri ile, herkesin görebileceği bir açıklıkta ortadadır.
Yapı biyolojisinin oluşmasının ve gelişmesinin ana nedenleri işte insanlığın bu kapsamlı trajedisinde yatmaktadır. Çevre, insanı ve yapıları da kapsamakta olan bir sistemdir. Bu sistem bağlamında yapı biyolojisi sağlıklı ve uyumlu habitatların gerçekleştirilmesini amaçlamaktadır.
Dünya genelinde insan kaynaklı sorunları şöyle sıralayabiliriz:
- Çevre yıkımı (toprak, hava, su, iklim, flora ve fauna, ozon tabakasının yıkımı, atmosferin ısınması, asit yağmurları, çölleşme, toprak erozyonu, orman ölümleri ve kıyımları)
- Doğaya yabancılaşma
- Nüfus artışı
- Büyük şehirlerde nüfus yoğunluğu
- Sağlıksal trajedi
- Ailevi değerlerin ve toplumsallığın çöküşü
- Egoizm ve materyalizm
- Fakirlik, açlık ve işsizlik – özellikle üçüncü dünya ülkelerinde yılda 5 yaşın altındaki 14 milyon çocuk yetersiz beslenme ve çevre kirliliği sonucu ölmektedir
- Sorumsuzluk ve etik-ahlaki yozlaşma
- Kültürsüzlük
- Kaybolan çevre bilinci
Bu gerçeği gören insanların büyük bir çoğunluğu ise ne yazık ki durumdan gerekli sonuçları çıkarmamaktadır. Çizilen yüzeysel refah tablosu göz boyayıcı ve yanıltıcıdır. Bugün düzeylerine ulaşmak için çabaladığımız ‘gelişmiş!’ olarak adlandırılan ülkelerde yaşayan insanların % 90’ı zihinsel-ruhsal ve bedensel olarak ilaca ve tedaviye bağımlıdırlar, yani ‘hastadırlar’. Buradaki maddi zenginlik, teknolojik ve ekonomik gelişim neye yaramaktadır?
Bu gelişmişliğe birkaç örnek:
2000 yılına kadar örneğin Almanya’da nüfus, göçler dikkate alınmadan yaklaşık olarak 6 milyon gerileyecektir (yaşlı nüfus ve sosyal bakım, tedarik problemleri). Buna paralel dünya nüfusu tehdit edici bir hızda artmaktadır (1987’den 2011 yılında kadar 2 milyar artarak 7 milyara ulaşmıştır).
Sanayileşmiş ülkelerde yaşayan insanların % 50’si kronik hastalıklar çekmektedir; % 98’i uzun vadeli sağlık sorunlarından ölmektedir.Kalp-tansiyon ve kanser ölümleri son 25 yıl içerisinde iki katına çıkmıştır; her iki kişiden biri bu nedenden ölmektedir. Endüstrileşmiş ülkelerde her dört kişiden biri kanser adayıdır.
Gelişmiş ülkelerde nüfusun %20’si psikolojik olarak hastadır, dünya genelinde bu ortalama sadece % 3 civarındadır.
1900 yılından günümüze 100’ün üzerinde omurgalı hayvan türünün soyu tüketilmiştir. Memeli hayvanların % 50’si ve 20000 bitki türü yok olma tehlikesi altındadır (buna insanı da dahil edemez miyiz ?). Bugün saatte bir tür yok olmaktadır, nesli bir daha geri gelmemek üzere tükenmektedir (bu sayı 1850 – 1950 yılları arasında yılda bir idi).